Memlekette bir sessizlik var.
Öyle bildiğimiz türden bir sessizlik değil…
Hani fırtınadan önce olur ya, rüzgârların nefes tuttuğu, dalgaların bile kıpırdamaya çekindiği bir an…
İşte tam öyle bir atmosferin ortasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri yeniden, ağır ağır, duvarlara çarpa çarpa gündeme geri dönüyor:
“CHP arınmalı.”
Peki nasıl bir arınmadan bahsediyoruz?
Bulanık bir gölün üstüne atılan bir kova kireç misali mi?
Yoksa yıllardır saklanan bir defterin sayfa aralarına gizlenen tozun silkelenmesi mi?
Yoksa suskunluğun ağır bir yük gibi omuzlara çöktüğü, kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçeklerin artık kapıya dayandığı bir çağ mı?
CHP’nin içinde yıllardır dolaşan rüzgârlar, bugün bambaşka bir yöne esiyor.
Kürt meselesi denilmiş, adalet yürüyüşü denilmiş, demokrasi kelimesi evlere konuk olmuş…
Ama dikkat ediniz:
Bu kelimelerin çoğu artık fısıltı halinde.
Birileri soruyor:
“Bu mudur adaletin savaşçısının suskunluğu?”
Sahi… Öcalan konusunda günlerce konuşulur, yazılır ama Kılıçdaroğlu cephesinden tek bir cümle, tek bir nefes, tek bir itiraz yankılanmaz mı?
Ana dilde eğitim tartışmasını bile kapı aralığından izler gibi izlemek…
Kamuda ikinci resmi dil meselesini duvar diplerinde konuşulan gizli sohbetlere terk etmek…
Bu mudur çözüm yolculuğunun haritası?
Öte yandan Özgür Özel…
İki dil, iki başlılık, iki türlü söylem…
Bir devlet, iki alfabe ile yürüyebilir mi?
Bir millet, iki resmi kimlikle ayakta durabilir mi?
Sorular köşeleri keskin, cevaplar pamuk gibi yumuşak.
Kılıçdaroğlu’na dönersek…
Kendisini devirmek isteyenler oldu mu?
Olmuş olabilir.
Siyasetin koridorlarında ayak sesinden çok ayak oyunu duyulur; şaşırmayız.
Ama asıl mesele başka:
Kılıçdaroğlu, gerçekten neyin muhalifi?
CHP’nin mi?
Yoksa AKP–MHP blokunun mu?
Bu soru bir türlü cevap bulmuyor; sürekli havada asılı kalıyor.
Adalet Yürüyüşü…
Bir ülkenin hafızasına kazınan en uzun ve en beyaz yol…
O yolun sonunda insanların kalbine umut ekilmişti.
“Bir şeyler değişebilir” duygusu sokak sokak dolaşmıştı.
Ama bugün?
Bugün o yürüyüşün ayak sesleri sanki uzak bir dağın arkasına saklanmış gibi.
Oysa hâlâ vakit var.
Hâlâ dev bir kalabalığı ayağa kaldırabilecek bir çağrı yapılabilir.
Hâlâ meydanlar dolabilir, sloganlar yeniden göğe yükselebilir.
Hâlâ Kılıçdaroğlu çıkıp “Buradayım!” diyebilir.
İnanmak için tek gereken, suskunluğun zincirini kırmak.
Türkiye siyaseti uzun zamandır bekliyor:
Birinin kalkıp masayı devirmesini değil…
Masaya yumruk vurmasını da değil…
Sadece gerçekleri söylemesini.
Evet, hâlâ geç değil.
Hâlâ bir ses bekleniyor.
Hâlâ “arınma” kelimesinin içinin doldurulması gerekiyor.
Ve belki de en acısı şu:
Bunca tartışmanın içinde, herkes kulak kesilmiş bir şekilde tek bir cümleyi duymak istiyor.
Ama o cümle, inadına, ısrarla, inatçı bir gölge gibi gelmiyor.
Geriye sadece şunu soruyoruz:
“Sayın Kılıçdaroğlu… Neredesiniz?”
