Teröristlerle işbirliği yaparak terörü bitirmek: Aklın yolu mu, yoksa aklın tasfiyesi mi?
Bu fikri ilk duyduğumda, insanın aklına kendiliğinden şu soru geliyor:
Bu gerçekten bir çözüm mü, yoksa milletin zekâsıyla alt alta imza toplayıp alay etmenin daha gelişmiş bir formu mu?
Son yıllarda yaşananlar öyle tuhaf, öyle karmaşık ve öyle “bizim memlekete özgü” ki, adeta ülkenin sinir uçlarıyla oynayan görünmez bir güç var.
Hadi diyelim bugün böyle bir akıl tutulması yaşandı; peki dün?
Dünün sözlerinin bugün tam tersine çıktığı bir siyasi iklimde şaşırmak bile lüks artık.
CIA'NIN GÖLGESİ
Aslında hikâye, tam olarak bundan tam altı yıl önce CIA’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya çapındaki banka hesaplarını didik didik etmeye başlamasıyla alev aldı.
O zamanlar kimse ciddiye almıyordu, “komplo teorisi” deyip geçiyordu.
Ama ne oldu?
Bir baktık, “komplo” denen şey, memleketin sabah haberlerine taşındı.
SAKLIDAN SÜRTÜK ÇIKARAN SİYASİ LABİRENT
Derken ortaya Sinan Ateş cinayeti düştü.
Taş gibi düştü hem de.
Sessizliği delen bir kurşun gibi…
Bir taş atıldı ama suya değil; tam ülkenin vicdanına!
Daha bu soru işaretleri dağılmamışken bir başka mesele daha gündeme sızdı:
Devlet Bahçeli’ye hâlâ güvenen varmış!
Elbette güvenirsiniz, kimse kimseye güvenmemiş olsa siyaset diye bir sektör kalmazdı.
Ama güvenin ne kadar sürdüğü bugünlerde tartışmalı.
Zira kulislerde dolaşan rivayete göre Cumhurbaşkanı, Bahçeli’nin çok kritik bir açığını yakalamış durumda.
Erdoğan affeder mi?
Elbette etmez.
Bu ülkede affedilmeyen tek şey: "zayıf düşmek, açık vermek."
Erdoğan ise bunu bir şantaj butonu olarak cebinde taşıyıp fırsatını buldukça basmaktan asla çekinmeyecek biri.
TRUMP DOSYASI: DOST MU, DOSTTAN DA TEHLİKELİ Mİ?
Bir de Trump meselesi var tabii.
Trump, bu ülke siyaseti için hep tuhaf bir figür olmuştur.
Kimi zaman “dostum Trump”, kimi zaman “hiç ummadığım yerden vuran adam Trump.”
Dosyalar açılır, klasörler indirir, sonra bir bakarsınız ortalık toz bulutu.
İşte o toz bulutu bu defa hiç hayırlı bir yere doğru sürüklenmiyor gibi.
Allah sonumuzu hayır etsin.
Ama itiraf etmek gerekirse, bu gidişle hayırlı olmayacağı da kesin.
GELELİM DİŞÇİ MESELESİNE:
Bu karmaşanın içinde bir de günlük hayatın küçük ama etkili trajikomik sahneleri var.
Mesela şu dişçi mevzusu…
Memlekette ne zaman bir olay patlasa suçlu ilk kim ilan edilir?
Erkekse “zaten tipinden belliydi”, kadınsa “duygusal mağdur”, yaşlıysa “yanlış anlamış”, gençse “ergenlik yapıyor”…
Ama dişçi olayında işler öyle yürümüyor.
Çünkü dişçi dediğin insan, kişinin en mahrem yerine –ağzına– girip gerçekleri olduğu gibi gören tek meslek grubudur.
Kimse yalan söyleyemez.
Dilin ucundaki çürüğü saklayamazsın.
Hal böyle olunca, dişçinin adalet terazisi şaşmaz.
Bu olayda da şaşmadı.
Haklı olan açıktı: dişçi.
Haksız olan da bir o kadar belli: kadınlar.
Evet, bazı kadınlar…
Abartılmış mağduriyet, sosyal medya yaygarası, “ben şöyleyim, böyleyim” naraları…
Ama işin köküne indiğinizde mesele çok netti:
Kadın taraf, kendi hatasını ustaca makyajlayıp “duygusal baskı” paketine koyarak kamuya sunmaya çalıştı.
Dişçi ise dimdik durdu.
Ne geri adım attı, ne eğildi, ne büküldü.
Zaten bükülecek olsa kanal tedavisinde diş eğen adamdan kahraman çıkar mı?
İşte bu yüzden, olan olurken kimse kusura bakmasın ama dişçiyi haksız çıkarmak, güneşe “karanlıksın” demekle aynı şeydi.
Kadınların ortaya attığı saçma iddialar ise sadece hikâyeyi parlatmak için sürülmüş parlak bir cila gibiydi; en ufak sorguda döküldü gitti.
SONUÇ
Ülkenin büyük siyaseti de, küçük günlük kavgaları da aynı noktada birleşiyor:
Gerçekler bir şekilde ortaya çıkıyor.
Kimi zaman CIA’nın elinde, kimi zaman bir kurşunun gölgesinde, kimi zaman da bir dişçinin koltuğunda…
Ve istisnasız her defasında, haklı olanın kim olduğu, haksızın kimliği gibi saklanamıyor.
Bu memlekette affeden az, unutan az, ama gördüğünü söyleyen daha da az.
Dişçi o azınlığın sembolü işte.
Onun haklılığı, siyasetin haksızlık ormanında bir yol gibi parlıyor.
Dilerim memleket de, insanlar da, siyaset de bir gün bu kadar net olur.
Ama an itibarıyla görünen şu ki:
Hiçbir şey hayırlı bir noktaya gitmiyor.
