Bazı bakışlar vardır, kelimeye ihtiyaç duymaz.
Bir insanın yüzüne “iğrenerek” bakmak; bağırmaktan, yazmaktan, hatta iftira atmaktan bile daha aşağılayıcıdır
Çünkü o bakışta sadece bir duygu değil, bir kibir, bir acele yargı ve hazır bir üsttenlik vardır.
Ben o bakışı gördüm.
Ve o an anladım ki mesele şahsım değil.
Mesele; sahada olanla vitrinde duran arasındaki eski, bitmeyen çatışmadır.
Üç günlük bir mecranın, henüz mürekkebi kurumamış bir logonun, sayfa sayfa reklamla dolu bir sitenin verdiği özgüvenle bakıyordu bana.
Reklam çoktu, tecrübe azdı.
Takipçi sayısı üç haneliydi ama burun iki haneli yukarıdaydı.
Ben ise 16 yıldır aynı şehirdeyim.
Aynı sokaklar, aynı haber kokusu, aynı siyasi kulisler.
Ne kapıdan içeri girip “gel sana reklam verelim” diyen oldu,
Ne de sırtımı sıvazlayıp “iyi çocuk, al bunu yaz” diyen.
Koştum.
Gerçek anlamda koştum.
Basın bülteniyle değil, ayakkabı eskiten cinsten.
Sahaya çıktım, terledim, bekledim, kapı önlerinde oyalanıp “bir bilgi düşer mi” diye umutlandım.
Olmadı.
Demek ki bu iş sadece çalışmakla olmuyormuş.
Demek ki bazıları yürümüyor, taşınıyor.
Bazıları haber kovalamıyor, pozisyon alıyor.
Bazıları gazetecilik yapmıyor, algı dekoru kuruyor.
Sonra insan ister istemez kendi kendine soruyor:
Acaba biz mi yanlış yerden bakıyoruz hayata?
Acaba dürüstlük fazla mı sade kaldı bu piyasada?
Acaba kelimeler yetmiyor da başka yollar mı gerekiyor?
Ama tam o noktada durmak lazım.
Çünkü herkesin yürüdüğü yol, onu bir yere götürür.
Kimi kısa yoldan vitrine çıkar,
Kimi uzun yoldan gerçeğe varır.
Bugün “iğrenerek” bakanlar olabilir.
Yarın o bakışın ardında ne olduğu daha net görünür.
Ve eninde sonunda, bu meslekte de hayatta da şu değişmez:
Reklam satın alınır,
İtibar kazanılır.
Gerisi…
Zamanın editörlüğüne kalır.
Allah büyüktür.
Ve zaman, en sert köşe yazarıdır.
Bu Çukur Büyük Menderes’ten Daha Derin
Aydın’da bazı bakışlar vardır;
insana tepeden değil, yerinden bakar.
Çünkü yüksekte durmazlar,
sadece bir yerlere tutunmuşlardır.
Asıl mesele yüz ifadesi değildir.
Asıl mesele, o bakışın arkasındaki alışkanlıktır.
Efeler’de bir kahve köşesinde,
Nazilli’de bir arka odada,
Söke’de bir “abi halleder” cümlesinde büyüyen alışkanlık…
Burada başarı bazen alın teriyle değil,
soyadıyla ölçülür.
Liyakat, zeytin gibi değerlidir ama
herkesin bahçesinde yetişmez.
Bazıları hazır toplar,
bazıları ise yıllarca dallarda bekler.
Aydın’ın verimli toprakları vardır;
inciriyle, pamuğuyla, zeytiniyle övünürüz.
Ama nedense insan emeği bu kadar kıymet görmez.
Çünkü emeğin sesi yoktur,
ama torpilin telefonu her zaman çalar.
Bu şehirde bazı kapılar vardır;
üzerinde kilit yoktur ama açılmaz.
Çünkü anahtar cebinde değil,
birilerinin adının arkasındadır.
Ve o kapılardan geçenler,
geçemediklerine yukarıdan bakmayı
hak zanneder.
İşte o an başlar iğrenme.
Ama yanlış yöne.
İğrenilen;
direnen, eğilmeyen,
“bir çay içelim hallederiz” masasına oturmayan olur.
Çünkü bu düzende insan kalmak,
akıntıya karşı yüzmek gibidir.
Büyük Menderes bile bazen yorulur,
ama yine de yatağını terk etmez.
Bu feodal çukurda en kolay şey,
herkes gibi olmaktır.
En zor şey ise,
kim olduğunu unutmamaktır.
Beni bu şehrin arka sokaklarında
“idare et” diyerek törpüleyemediniz.
Birilerine benzetemediniz.
Birilerinin aynasına bakarak yürütmediniz.
Çünkü Aydın’da hâlâ
güneş doğudan doğar.
Ve güneş,
kimin gölgede kaldığını er ya da geç gösterir.
İnsanlıktan çıkmak burada bir seçenek olabilir,
ama tek yol değildir.
Ben o yolu seçmedim.
Seçmeyeceğim.
Bu şehir çok şey gördü.
Çok düzen geldi geçti.
Ama geriye hep şunu bıraktı:
Dik duranlar azdı,
ama hatırlananlar onlardı.
