Bakın Sayın Ömer Günel…
Size ve sevgili basın danışmanınız Sayın Eşber Okayer’e uzun zamandır hafif hafif uyuz oluyorum.
Ama öyle ağır hastalık gibi değil, “hafif kaşındıran, can sıkan ama öldürmeyen” cinsten.
Tıpta buna kronik rahatsızlık denir; iletişimde ise “davet eksikliği sendromu”…
Şimdi diyeceksiniz ki:
“Yahu bu kadar zaman niye yazmadın?”
E anlatayım:
Sırf kimse çıkıp da “Bunu kesin birileri yazdırdı” demesin diye…
Hatta işin ilginci, beni çoğu zaman birileri frenledi.
Yani düşünün, frene basan bir başka belediye başkanı olmasa belki bu yazı çok daha önce gelmişti.
Basın Toplantısı Var Ama Basın Yok
Dün bir basın toplantınız olmuş.
Haberim mi vardı? Elbette vardı.
İstesem gelir miydim? Gelirdim.
Ama mesele bu değil Sayın Başkan.
Mesele “çağırmak” ile “gelmek” arasındaki o ince çizgi…
Davet dediğiniz şey, sadece bir “buyurun gelin” değildir.
O, aynı zamanda “Sizi önemsiyoruz, yeriniz bizde ayrı” demektir.
Ama siz sanki “Gelse de olur, gelmese de” modundasınız.
O yüzden de ben “Gelsem mi gelmesem mi?” ikileminde kalıyorum.
Basın, Lüks Değil Mecburiyettir
Basın mensupları belediye için bir lüks değil, zorunluluktur.
Çünkü biz halkın gözü, kulağı, hatta yeri geldiğinde vicdanıyız.
Eğer köprüler yıkılırsa, o zaman ne siz sesinizi duyurabilirsiniz ne biz görevimizi yapabiliriz.
Bir davet, kırgınlıkları onarır;
Bir davetsizlik ise mesafeyi büyütür.
Siz hangisini tercih edersiniz, orasını bilmem…
Bundan Sonra Günah Benden Gider
Buradan ilan ediyorum:
Bundan sonra basın toplantılarınıza davet edilmezsem, ben artık sorumluluk hissetmem.
Çünkü davet, sadece bir nezaket değil, aynı zamanda sizin iletişim imzanızdır.
O imza eksik olursa, mektup da eksik gider.
Son Söz: Kızgın Değilim, Sadece Kaşınıyorum
Bakın, bu bir savaş ilanı değil, dostane bir uyarıdır.
Ama uyarıların da bir ömrü vardır.
Eğer bu ömrü bitirirsek, ondan sonra yapacak tek şey, “geçmiş olsun” demektir.
O yüzden Sayın Başkan, bundan böyle basın toplantılarına davetleri eksiksiz yapalım.
Yoksa ben yazmaya başlarım, siz okumaya dayanamazsınız.