casino siteleri slot siteleri
Ümit Yeşildağ
Köşe Yazarı
Ümit Yeşildağ
 

Can bunlar can

Her birinin gözleri çakmak çakmak; hafifçe bir doğu aksanı, hâs Anadolu kültürü ve ahlâkını içeren tavırları ile.. Büyümüş de küçülmüşler.    "İşte bunlar" dedim. Yarınlarımızın canları, ümitleri. Gazetemin yeni sayısının posta gönderisi ile ellerine ulaşmadığını hatırlatan Basın İlan Kurumu görevlisi arkadaşın telefonu sonrası, gazete nüshalarını alelacele alıp, evden çıkarak dolmuş durağına varmam adeta yıldırım hızıyla olmuştu.  Aceleci ve görev düşkünlüğünün yanısıra, neredeyse tanıdık tüm dostlardan seri oluşum, adımın rahmetli anneannemin "Dokuz Rüzgar" nitelemesi ile uyumluydu. Söke dolmuşuna binen her yolcu gibi, maskem olsa bile, kendimi Corona virüsü ile adeta dalga geçen diğer yolcular ile birlikte diz dize, yan yana seyahatin içinde bulmuştum. Seyahatler kısa menzilli de olsa insanın düşünce evreninde ufuk açıcı güzel eylemlerdir. "İnanmak başarmanın yarısı" derler ya; işte o güçle dolmustaki her birimiz Corona fatihi oluvermiştik. Birkaç ay öncesine kadar, bozuk paraya dokununca ellerini dakikalarca ovalayan benden eser yoktu. Söke ilçe garajında indiğimde, kısa bir çay sigara fasılası ardından Aydın minibüsüne bindim. Bu arada Söke garajı demişken, tıpkı şehri gibi buram buram nostalji ve Anadolu koktuğunu ifade edeyim. Sigaraya her zamanki gibi doyamadan çöp kutusuna atmamın ardından Aydın minibüsüne binişim, yarı uykulu, yarı gözü açık seyahatimde Aydın'a varışım, saat 16.00'ı bulmuştu. Arada sırada olsa da farklı yerleri görmek insan ruhuna hep iyi gelir. Söke de, Aydın da insana iyi gelen bu tarz yerlerden. Yılların büyük, kâdim ilçesi Söke halen o eşsiz tarihi yapıları, caddeleri, esnafları ile, bilhassa şehrin ana merkezlerinde tamamen nostalji kokar. Şehrin bu ana merkezlerine modernizmin uğramamış olması Söke ilçesi, insanları ve bizler için çok büyük bir şans. Dilerim ki bu nostaljik yapı bu yüzyılda da bozulmasın. Sürekli gündemde olmalı, yazılmalı, çizilmeli ki yerel yönetimler dikkate alsınlar. Zira, şehrin çevresinde gökdelenler, korkunç bir şekilde gelişen tüm şehirlerimiz gibi o güzelim nostaljiyi tehdit halindeler. Söke'nin eski, ileri gelen varlıklı, varlıksız asil ailelerinin şehrin göbeğinde yer alan nostaljik yapılarının ve iş yerlerinin otantik yapısını modernizme teslim etmemeleri çok büyük bir gönül işi ve duyarlılık olsa gerek. Çok sevindirici. Bu arada bu güzelim otantik yapıda sırıtan ve Köprübaşı denilen yerde, mevcut derenin kirliliği ve atıl durumda oluşundan bahsetmeli. O güzelim dere elbette Söke'nin simgesi ve oraya çok yakışıyor. Ama elden geçmeli ve tertemiz olmalı ve kullanılır bir konsepte dönüştürülmeli. Örneğin güzel bir su kanalı projesi ile güzel bir küçük nehire yol alsa, içinde kayıkların dolaştığı.  Hayal kurmak serbest ve çok hoş olmalı. Hayal derken, aklıma Didim yerel seçimlerinde, Didim'i Bafa Gölüne bağlayacak projesi olan bir siyasi partinin belediye başkan adayı geldi.  Acaba olur muydu kazansa? İşte böyle. Hastasıyım bu şehrin. Ya pideci ve özgün kunduracıları.  Virâne bir pide evine girersiniz, önünüze gelen kayık misali koca pide, üstü 'sana yağlı' yok böyle bir lezzet. Karadenizde yediğiniz pidelerle yarışır adeta.  Kunduracısına girerseniz, aldığınız 300 TL tutarında bir ayakkabıya, satıcı abim üç yıl garanti verir ve der ki, "eğer herhangi bir rutubet, nem yaparsa ayağında, getir, benimdir" Evet. Doğru diyor. En uygun fiyata aldığım bir ayakkabı bu kadar güzel ve sağlıklı olur muydu? Oluyor. Esnafı Âhi ise oluyor.  Aydın'da, Menderes Bulvarından yürüyerek, on dakika içinde Basın İlan Kurumu'na vardım. İstedikleri gazete nüshalarını yetkili arkadaşa teslim ettim. Sonrası, Menderes Bulvarının ara sokaklarında sıkça bulunan bir çay ocağına oturup, çay ve sigaram ile 'nefeslenmek' istedim. Bu çay ocakları yorulduğunda insana ilaç, ilaççç. Çayımı iştahla yudumlarken, birden elim takıldı ve çay yere döküldü. Çocuktan bir çay daha istedim ve beş lira verip, iki çay ücreti kesmesini rica ettim. Çocuk, yeni bir bardak çay elinde, üste üç buçuk lira getirdi ve bana verdi. Şaşırmıştım. Çay yetmiş beş kuruş muydu? Yanımda oturan birine hemen sordum. Bana,  "Abi, buralı değilsin herhalde. Burada dökülen çay, çaycı Mehmet'e yazar, asla para almaz. Mehmet tertemiz yürekli bir gencimizdir" dedi.  Bense, "Aferim çocuğa. Karakter ve maya sağlam olursa, kazanılanın tadı ve bereketi bir başka" diye söylendim. Benzerlerime rastlamak beni müthiş mutlu kılmıştı. Çayımı iştahla bitirdim ve çaycı Mehmet'e teşekkür ederek oradan ayrıldım.  Bulvarda yürüyüşümde, birden çaycı Mehmet'in çay ocağına oturmadan on beş dakikası geldi aklıma.  Bulvarın sonunda, belediye civarı, "o güzel cami'nin tuvaletini kullanayım" demiş ve cami girişinde su satan engelli çocuğa cami içinde WC olup olmadığını sormuştum.  Güleryüzü ile, "Biraz ilerle, göreceksin abi" demişti. Neyse, girdim, çıktım. Şokkk. WC iki TL. Tekrar cami kapısına yöneldim. Engelli, güler yüzlü çocuğa, "Canım, ayak yolunu iki TL yapmışlar. İslâm ülkesinde, Müslüman mahallesinde, çok değil mi" diye gülerek takıldım. O da muzipçe güldü. Kendisine ondan su almaksızın katkı vermek için bir TL verdim. Çocuk, "Abi lütfen iç" dedi. "Teşekkür ederim, susamadım" diyerek yanından ayrıldım. 10 metre sonrasında kağıt mendil satan yaşlı amcaya da, mendilini almaksızın elli kuruş verdim. Varken, çokken vermek, paylaşmak kolaydı.  İş, yokken, az iken pay etmede, bölmede ve gönül almada idi.  O sıra on yıl önceki güzel bir anım canlandı gözümde. 18 yıl aralıksız sürdürdüğüm işimi bırakırken, cebimde iki adet elli TL vardı. İşyerime arada bir gelen ve yardım talep eden ablaya, her zaman az da olsa yardımcı olurdum. O son gelişinde kendisine, "Abla bugün işyerimi kapatıyorum. Artık işsizim. Tüm sermayem iki ellilik. Bu sana, bu bana" demiştim.  İki yıl sonra bir başka işyerinde rastgeldiğim o abla, işyeri sahibine, "bana son parasını böldü ve benimle paylaştı bu insan" diyor ve hayatımın en güzel anılarından birini bana yaşatıyordu. Yokken bölmek, bulmak, vermek. Olanı bölmek, paylaşmak. Bulvarda yürürken aklımda yine o deli soru! Cami WC'si niçin iki TL? Asgarî ücretin 1500 TL olduğu bir İslâm ülkesinde çok değil mi? Neyse, neyse dedim, yürüdüm aşağıya, bulvar boyunca. Söke araçlarının kalktığı eski garaj önüne vardım. Yürümek güzeldi. Biriken toksinleri, zararlıları atıyordu insan. Biraz enerji, biraz da mutluluk katıyordu cabası. Tabii yürürken, akla tuhaf sorular da geliyordu. "Bu ayı da geçtik, ya diğer ay. Ne olur, nasıl yaşar, ayakta kalırız. Ya diğer sene ve seneler?" Hep geçim derdi. Ellerin seçim. Bizim geçim. Üç beş dakika sonra Söke dolmuşu gelmiş ve ben en arka koltuk sol köşe, kliması buz gibi serinleten klasik yerimi almıştım. Dışarısı yanıyor, içeri püfür püfür. Al sana bir mutluluk.  Aydın şehir çıkışı, yaklaşık beş yüz metre sonrasında dört genç, her biri on dört on beşli yaşlarda ve birbirlerinin tavır ikizleri gibi, yanlarında ise otuzlu yaşlarda bir büyük ablaları dolmuşa bindiler. Geziye çıkmış halleri, yanıma yanaştılar, koltuğa doğru ve oturdular. Çok tuhaftı. Çocukluğumdan yıllar sonra bu tarz yeni yetme nostaljik gençlere rastlıyordum. Davranışları, saygınlıkları, konuşmaları dikkatimi çekmişti. Sağ yanımda oturanım hemen yanındaki çocuk, elindeki cipsi uzattı. "Dayı yer misin" Gülümsedim. "Sağol canım" dedim. Ablaları ile koyu bir sohbete daldılar. Batman, Bitlis, Diyarbakır, camiler, ören yerleri derken sohbetleri olağanüstüydü. Çocuklar soruyor ve alacakları yanıtları sindirerek dinliyorlardı. Otuzlu yaşlardaki genç kızın yüz hatları ve lehçesi gizemli bir doğulu oluşu sezdiriyordu. Hani o Mardin'de çekilen ve TV'lerde sıklıkla verilen dizilerde yeralan, "Yapay Ben'li" yapay sürmeli gözlü kadınların basrolde olduğu, ilginç, kâhinleri andıran kadınlar gibiydi çehresi. Çok anaç ve bilgili.  Çocuklar onu pür dikkat, bense onları, 'kulak misafiri' olarak  zevk ve hayretle dinlerken, gözüm dalmış ve uyuya kalmıştım.   Yanımdaki çocuk da benim uyumamın ardından, başını benim sağ omzuma dayamış ve o da uyumuş. Tam Söke girişi bir lâkada, "Güm" diye bir ses ile uyanana kadar. Uyanır uyanmaz çocuk başını omzumdan çekti. Yanındaki, bana "Dayı cips alsana" diyen akıl küpü diğeri, muzip bir biçimde bana bu kez, "Dayı, bak demindir ne güzel uyuyordunuz. Bizim uyanık da beleş omzu bulunca, dayamış başını senin omzuna" dedi.   Güldüm ve "ne farkeder, ne güzel yan yana, omuz omuza durmak ve dayanışmak" dedim. Çocuk şaşırdı. "Ya dayı, çok ilginç bir insansınız" dedi bu kez.  Tekrar gülümsedim ona.  Basın İlan Kurumunun alt katında müthiş Trabzon ekmeği yapan fırından aldığım ekmeğin iki dilimini poşetten çıkarıp ona uzattım yine gülümseme ile.   Çocuk belli ki aç değil. Yavan bulsa da red de edemeyince, "Dayı bir dilimini yesem olur mu"dedi. Gülümsedim tekrar. "Tabii ki" dedim. Diğer dilimi ben yerken, şaşkınlık ve sevgi dolu bir ifade ile bakıyordu. Büyümüş ve küçülmüşce.  Araç garaja yanaştı. Bana, "Dayı Söke'de mi oturuyorsun" diye sordu. "Hayır, Didim'de. Az sonra Didim aracına bineceğim" diye yanıtladım.  Gözleri bana, "Kimsin, necisin, neler yaparsın" sorularını sorar gibiydi.  Soracaktı, soracaktı ama, yolun sonu gelmişti. Hissettim ve o sormadan, "Ben yazarım" dedim. "Yazarım, çizerim, olanı, biteni, duyguları kaleme dökerim"  Şaşırdı çocuk. "Ooooo" dedi. Hoşuna gitmişti yazar sözcüğü.  Araçtan indim. Onlar da. Önümde hemen Didim aracı, kalkmak üzere.   Çocuk atıldı. "Dayı bak, aracı kaçırma. Hemen bin ve git bu araçla" dedi bana. Bense ona, "Gördüm canım. Ama çayımı ve sigaramı içip şöyle bir dinleneyim, sonraki araçla giderim" dedim.  "İyi o zaman. Hoşçakal dayı" dedi. Bense, "Böyle güzel yiğenlere can kurban" diyerek tekrar gülümsedim. Hoşuna gitti çocuğun.  "Sağlıkla kalın güzel çocuklar, güzel insanların güzel çocukları" diye seslendim onlara. El salladı ve uzaklaştılar. 1975-80'li yılların, çocukluğumun çocukları ile rastgelmiştim. Araştıran, sorgulayan, paylaşımcı, yardımsever ve duyarlı. Ve çok büyük sezgili. Dedim ya "Büyümüş küçülmüşler" Ver ellerine ülkeyi.  Düşünme hiç. Yönetsinler Fırat'dan, Mardin'den Edirne'ye, Tekirdağ'a. Adalet, paylaşım, yardımlaşma ve sevgi ile. Gözleri her birinin çakmak çakmak. Anadolu kültürü, Yunus'un, Mevlana'nın gerçek hümanizmi sinmiş içlerine.  Saygılı, sevgi dolu, sezgili, düşünceli.  Geleceğin canları bunlar. Yarınlarımızın umutları, ümitleri.  O denli canlar ve canlılar ki, gözleri "Dayı, enseyi karartma, biz varız, geleceğin, bu toprakların, yarınların, insanlığın yeşeren umuduyuz. Asla ümitsiz olmayın" dercesine.  Belki üç beş on yıl sonra, ola ki bir yerde bu satırları okurlarsa, "Dayının anlattığı, söz ettiği hikâyenin kahramanları işte bizleriz" diyecekler.  İşte bu çocuklar gelecek on yıllarda bu topraklarda adaleti, paylaşımı, kardeşliği kuracak ve yaşatacaklar. Bu çocuklar cipslerini, ekmeklerini, sevgilerini aktaracak, pay edecek bu topraklara ve dünyaya. Can bunlar Can...
Ekleme Tarihi: 09 Kasım 2023 - Perşembe

Can bunlar can

Her birinin gözleri çakmak çakmak; hafifçe bir doğu aksanı, hâs Anadolu kültürü ve ahlâkını içeren tavırları ile..
Büyümüş de küçülmüşler.
  
"İşte bunlar" dedim.
Yarınlarımızın canları, ümitleri.

Gazetemin yeni sayısının posta gönderisi ile ellerine ulaşmadığını hatırlatan Basın İlan Kurumu görevlisi arkadaşın telefonu sonrası, gazete nüshalarını alelacele alıp, evden çıkarak dolmuş durağına varmam adeta yıldırım hızıyla olmuştu. 
Aceleci ve görev düşkünlüğünün yanısıra, neredeyse tanıdık tüm dostlardan seri oluşum, adımın rahmetli anneannemin "Dokuz Rüzgar" nitelemesi ile uyumluydu.
Söke dolmuşuna binen her yolcu gibi, maskem olsa bile, kendimi Corona virüsü ile adeta dalga geçen diğer yolcular ile birlikte diz dize, yan yana seyahatin içinde bulmuştum.
Seyahatler kısa menzilli de olsa insanın düşünce evreninde ufuk açıcı güzel eylemlerdir.
"İnanmak başarmanın yarısı" derler ya; işte o güçle dolmustaki her birimiz Corona fatihi oluvermiştik.
Birkaç ay öncesine kadar, bozuk paraya dokununca ellerini dakikalarca ovalayan benden eser yoktu.
Söke ilçe garajında indiğimde, kısa bir çay sigara fasılası ardından Aydın minibüsüne bindim.
Bu arada Söke garajı demişken, tıpkı şehri gibi buram buram nostalji ve Anadolu koktuğunu ifade edeyim.
Sigaraya her zamanki gibi doyamadan çöp kutusuna atmamın ardından Aydın minibüsüne binişim, yarı uykulu, yarı gözü açık seyahatimde Aydın'a varışım, saat 16.00'ı bulmuştu.
Arada sırada olsa da farklı yerleri görmek insan ruhuna hep iyi gelir.
Söke de, Aydın da insana iyi gelen bu tarz yerlerden.
Yılların büyük, kâdim ilçesi Söke halen o eşsiz tarihi yapıları, caddeleri, esnafları ile, bilhassa şehrin ana merkezlerinde tamamen nostalji kokar.
Şehrin bu ana merkezlerine modernizmin uğramamış olması Söke ilçesi, insanları ve bizler için çok büyük bir şans. Dilerim ki bu nostaljik yapı bu yüzyılda da bozulmasın.
Sürekli gündemde olmalı, yazılmalı, çizilmeli ki yerel yönetimler dikkate alsınlar.
Zira, şehrin çevresinde gökdelenler, korkunç bir şekilde gelişen tüm şehirlerimiz gibi o güzelim nostaljiyi tehdit halindeler.
Söke'nin eski, ileri gelen varlıklı, varlıksız asil ailelerinin şehrin göbeğinde yer alan nostaljik yapılarının ve iş yerlerinin otantik yapısını modernizme teslim etmemeleri çok büyük bir gönül işi ve duyarlılık olsa gerek. Çok sevindirici.
Bu arada bu güzelim otantik yapıda sırıtan ve Köprübaşı denilen yerde, mevcut derenin kirliliği ve atıl durumda oluşundan bahsetmeli. O güzelim dere elbette Söke'nin simgesi ve oraya çok yakışıyor. Ama elden geçmeli ve tertemiz olmalı ve kullanılır bir konsepte dönüştürülmeli.
Örneğin güzel bir su kanalı projesi ile güzel bir küçük nehire yol alsa, içinde kayıkların dolaştığı. 
Hayal kurmak serbest ve çok hoş olmalı. Hayal derken, aklıma Didim yerel seçimlerinde, Didim'i Bafa Gölüne bağlayacak projesi olan bir siyasi partinin belediye başkan adayı geldi.
 Acaba olur muydu kazansa?
İşte böyle. Hastasıyım bu şehrin. Ya pideci ve özgün kunduracıları.
 Virâne bir pide evine girersiniz, önünüze gelen kayık misali koca pide, üstü 'sana yağlı' yok böyle bir lezzet. Karadenizde yediğiniz pidelerle yarışır adeta. 
Kunduracısına girerseniz, aldığınız 300 TL tutarında bir ayakkabıya, satıcı abim üç yıl garanti verir ve der ki, "eğer herhangi bir rutubet, nem yaparsa ayağında, getir, benimdir"
Evet. Doğru diyor.
En uygun fiyata aldığım bir ayakkabı bu kadar güzel ve sağlıklı olur muydu? Oluyor. Esnafı Âhi ise oluyor.
 Aydın'da, Menderes Bulvarından yürüyerek, on dakika içinde Basın İlan Kurumu'na vardım. İstedikleri gazete nüshalarını yetkili arkadaşa teslim ettim.
Sonrası, Menderes Bulvarının ara sokaklarında sıkça bulunan bir çay ocağına oturup, çay ve sigaram ile 'nefeslenmek' istedim. Bu çay ocakları yorulduğunda insana ilaç, ilaççç.
Çayımı iştahla yudumlarken, birden elim takıldı ve çay yere döküldü.
Çocuktan bir çay daha istedim ve beş lira verip, iki çay ücreti kesmesini rica ettim. Çocuk, yeni bir bardak çay elinde, üste üç buçuk lira getirdi ve bana verdi.
Şaşırmıştım. Çay yetmiş beş kuruş muydu?
Yanımda oturan birine hemen sordum. Bana,
 "Abi, buralı değilsin herhalde.
Burada dökülen çay, çaycı Mehmet'e yazar, asla para almaz. Mehmet tertemiz yürekli bir gencimizdir" dedi.
 Bense, "Aferim çocuğa. Karakter ve maya sağlam olursa, kazanılanın tadı ve bereketi bir başka" diye söylendim. Benzerlerime rastlamak beni müthiş mutlu kılmıştı.
Çayımı iştahla bitirdim ve çaycı Mehmet'e teşekkür ederek oradan ayrıldım.
 Bulvarda yürüyüşümde, birden çaycı Mehmet'in çay ocağına oturmadan on beş dakikası geldi aklıma.
 Bulvarın sonunda, belediye civarı, "o güzel cami'nin tuvaletini kullanayım" demiş ve cami girişinde su satan engelli çocuğa cami içinde WC olup olmadığını sormuştum.
 Güleryüzü ile, "Biraz ilerle, göreceksin abi" demişti. Neyse, girdim, çıktım.
Şokkk. WC iki TL. Tekrar cami kapısına yöneldim. Engelli, güler yüzlü çocuğa, "Canım, ayak yolunu iki TL yapmışlar. İslâm ülkesinde, Müslüman mahallesinde, çok değil mi" diye gülerek takıldım.
O da muzipçe güldü.
Kendisine ondan su almaksızın katkı vermek için bir TL verdim. Çocuk, "Abi lütfen iç" dedi. "Teşekkür ederim, susamadım" diyerek yanından ayrıldım.
10 metre sonrasında kağıt mendil satan yaşlı amcaya da, mendilini almaksızın elli kuruş verdim.
Varken, çokken vermek, paylaşmak kolaydı. 
İş, yokken, az iken pay etmede, bölmede ve gönül almada idi.
 O sıra on yıl önceki güzel bir anım canlandı gözümde.
18 yıl aralıksız sürdürdüğüm işimi bırakırken, cebimde iki adet elli TL vardı.
İşyerime arada bir gelen ve yardım talep eden ablaya, her zaman az da olsa yardımcı olurdum.
O son gelişinde kendisine, "Abla bugün işyerimi kapatıyorum. Artık işsizim. Tüm sermayem iki ellilik. Bu sana, bu bana" demiştim.
 İki yıl sonra bir başka işyerinde rastgeldiğim o abla, işyeri sahibine, "bana son parasını böldü ve benimle paylaştı bu insan" diyor ve hayatımın en güzel anılarından birini bana yaşatıyordu.
Yokken bölmek, bulmak, vermek. Olanı bölmek, paylaşmak.
Bulvarda yürürken aklımda yine o deli soru!
Cami WC'si niçin iki TL? Asgarî ücretin 1500 TL olduğu bir İslâm ülkesinde çok değil mi?
Neyse, neyse dedim, yürüdüm aşağıya, bulvar boyunca.
Söke araçlarının kalktığı eski garaj önüne vardım.
Yürümek güzeldi. Biriken toksinleri, zararlıları atıyordu insan. Biraz enerji, biraz da mutluluk katıyordu cabası.
Tabii yürürken, akla tuhaf sorular da geliyordu.
"Bu ayı da geçtik, ya diğer ay. Ne olur, nasıl yaşar, ayakta kalırız. Ya diğer sene ve seneler?"
Hep geçim derdi. Ellerin seçim. Bizim geçim.
Üç beş dakika sonra Söke dolmuşu gelmiş ve ben en arka koltuk sol köşe, kliması buz gibi serinleten klasik yerimi almıştım. Dışarısı yanıyor, içeri püfür püfür. Al sana bir mutluluk.
 Aydın şehir çıkışı, yaklaşık beş yüz metre sonrasında dört genç, her biri on dört on beşli yaşlarda ve birbirlerinin tavır ikizleri gibi, yanlarında ise otuzlu yaşlarda bir büyük ablaları dolmuşa bindiler.
Geziye çıkmış halleri, yanıma yanaştılar, koltuğa doğru ve oturdular.
Çok tuhaftı. Çocukluğumdan yıllar sonra bu tarz yeni yetme nostaljik gençlere rastlıyordum.
Davranışları, saygınlıkları, konuşmaları dikkatimi çekmişti.
Sağ yanımda oturanım hemen yanındaki çocuk, elindeki cipsi uzattı.
"Dayı yer misin"
Gülümsedim. "Sağol canım" dedim.
Ablaları ile koyu bir sohbete daldılar.
Batman, Bitlis, Diyarbakır, camiler, ören yerleri derken sohbetleri olağanüstüydü.
Çocuklar soruyor ve alacakları yanıtları sindirerek dinliyorlardı.
Otuzlu yaşlardaki genç kızın yüz hatları ve lehçesi gizemli bir doğulu oluşu sezdiriyordu.
Hani o Mardin'de çekilen ve TV'lerde sıklıkla verilen dizilerde yeralan, "Yapay Ben'li" yapay sürmeli gözlü kadınların basrolde olduğu, ilginç, kâhinleri andıran kadınlar gibiydi çehresi. Çok anaç ve bilgili. 
Çocuklar onu pür dikkat, bense onları, 'kulak misafiri' olarak 
zevk ve hayretle dinlerken, gözüm dalmış ve uyuya kalmıştım.
  Yanımdaki çocuk da benim uyumamın ardından, başını benim sağ omzuma dayamış ve o da uyumuş.
Tam Söke girişi bir lâkada, "Güm" diye bir ses ile uyanana kadar.
Uyanır uyanmaz çocuk başını omzumdan çekti.
Yanındaki, bana "Dayı cips alsana" diyen akıl küpü diğeri, muzip bir biçimde bana bu kez, "Dayı, bak demindir ne güzel uyuyordunuz. Bizim uyanık da beleş omzu bulunca, dayamış başını senin omzuna" dedi.
  Güldüm ve "ne farkeder, ne güzel yan yana, omuz omuza durmak ve dayanışmak" dedim.
Çocuk şaşırdı.
"Ya dayı, çok ilginç bir insansınız" dedi bu kez.
 Tekrar gülümsedim ona.
 Basın İlan Kurumunun alt katında müthiş Trabzon ekmeği yapan fırından aldığım ekmeğin iki dilimini poşetten çıkarıp ona uzattım yine gülümseme ile.
  Çocuk belli ki aç değil. Yavan bulsa da red de edemeyince, "Dayı bir dilimini yesem olur mu"dedi.
Gülümsedim tekrar.
"Tabii ki" dedim.
Diğer dilimi ben yerken, şaşkınlık ve sevgi dolu bir ifade ile bakıyordu.
Büyümüş ve küçülmüşce.
 Araç garaja yanaştı. Bana, "Dayı Söke'de mi oturuyorsun" diye sordu.
"Hayır, Didim'de. Az sonra Didim aracına bineceğim" diye yanıtladım.
 Gözleri bana, "Kimsin, necisin, neler yaparsın" sorularını sorar gibiydi. 
Soracaktı, soracaktı ama, yolun sonu gelmişti.
Hissettim ve o sormadan, "Ben yazarım" dedim.
"Yazarım, çizerim, olanı, biteni, duyguları kaleme dökerim" 
Şaşırdı çocuk.
"Ooooo" dedi.
Hoşuna gitmişti yazar sözcüğü.
 Araçtan indim. Onlar da.
Önümde hemen Didim aracı, kalkmak üzere. 
 Çocuk atıldı.
"Dayı bak, aracı kaçırma. Hemen bin ve git bu araçla" dedi bana.
Bense ona, "Gördüm canım. Ama çayımı ve sigaramı içip şöyle bir dinleneyim, sonraki araçla giderim" dedim.
 "İyi o zaman. Hoşçakal dayı" dedi.
Bense, "Böyle güzel yiğenlere can kurban" diyerek tekrar gülümsedim.
Hoşuna gitti çocuğun. 
"Sağlıkla kalın güzel çocuklar, güzel insanların güzel çocukları" diye seslendim onlara.
El salladı ve uzaklaştılar.
1975-80'li yılların, çocukluğumun çocukları ile rastgelmiştim.
Araştıran, sorgulayan, paylaşımcı, yardımsever ve duyarlı. Ve çok büyük sezgili.
Dedim ya
"Büyümüş küçülmüşler"
Ver ellerine ülkeyi. 
Düşünme hiç.
Yönetsinler Fırat'dan, Mardin'den Edirne'ye, Tekirdağ'a.
Adalet, paylaşım, yardımlaşma ve sevgi ile.
Gözleri her birinin çakmak çakmak.
Anadolu kültürü, Yunus'un, Mevlana'nın gerçek hümanizmi sinmiş içlerine. 
Saygılı, sevgi dolu, sezgili, düşünceli. 
Geleceğin canları bunlar. Yarınlarımızın umutları, ümitleri.
 O denli canlar ve canlılar ki, gözleri
"Dayı, enseyi karartma, biz varız, geleceğin, bu toprakların, yarınların, insanlığın yeşeren umuduyuz. Asla ümitsiz olmayın" dercesine.
 Belki üç beş on yıl sonra, ola ki bir yerde bu satırları okurlarsa, "Dayının anlattığı, söz ettiği hikâyenin kahramanları işte bizleriz" diyecekler.
 İşte bu çocuklar gelecek on yıllarda bu topraklarda adaleti, paylaşımı, kardeşliği kuracak ve yaşatacaklar.
Bu çocuklar cipslerini, ekmeklerini, sevgilerini aktaracak, pay edecek bu topraklara ve dünyaya.
Can bunlar Can...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ege7gun.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.